Şiraz ve Sultan

Karanlık bir geceydi. Odamda yalnızdım. Etrafımda kıpırdayan yegâne nesne yanan kandilin aleviydi. Bu kıpırtının karşı duvardaki akislerini seyre dalmıştım. 

Üstadım Sâdî ile olan hatıralarımı yazmaya çalışıyor fakat yazamıyordum. Simalar ve olaylar bir sis perdesinin arkasında gibiydi. Kendimi gayet aciz ve çaresiz hissediyordum. Bunun üzerine, senelerdir kabir âleminde olan üstadıma nida ettim.

“Ey Sâdî! Ey benim aziz üstadım! Sen benim aynamdın. Sana bakar, kendimi okurdum. Seni dinler, kendimi bilirdim. 

Şimdi yanımda yoksun. Ben kendimin bilinmezi oldum. Sema karardı. Yıldızlar söndü. Seni beklemekten yoruldum. Yaşım ilerledi. Kemiklerim inceldi. Bedenim kurudu. Başıma karlar yağdı. Hafızam zayıfladı. 

Senden nice hikmetli hikâyeler, ibretlik maceralar dinlemiştim. Bir kısmını evvelce yazmış idim. Lakin devamı gelmiyor. Gülistan bülbülsüz olmuyor. 

Üstadım! Pirifani olmuş şu aciz talebene merhamet eyle de gel artık! Şiraz günlerimizdeki gibi tatlı tatlı konuş, söyle, anlat. 

İşte, diviti aldım elime, mürekkep hokkası sehpada duruyor, sayfalar dolmayı bekliyor. Her şey tamam amma sen yoksun. Sensiz yazamıyorum.”

Ben sözümü bitirir bitirmez karşı duvarda beyaz bir gölge peyda oldu. Üstadımın sureti ayan beyan yansıdı ve göründü. Bu acip vaka bende korkudan ziyade hayret hissi uyandırdı. 

Şiraz bahçesinde nasılsa öyleydi. Nurani çehresinde hafif bir tebessüm vardı. Dudakları kıpırdıyordu. Sesini işitmiyor fakat söylediklerini anlıyordum. Konuşması sessizdi ama sözsüz değildi. 

“Musâb, yaz!” dedi. 

“Emredersin üstadım!” dedim.