Sana Hayret Yakışır



Her an, her yerde benimlesin. Söylediklerin aklımdan çıkmıyor. Seni istemiyorum artık! Yüzünü bile görmedim. Sanal bir adamsın işte. Sanal! Kimsin, necisin, bilmiyorum. Bana yaşamı zehir ediyorsun! 

Gencim ben, coşkularla doluyum, hayatımı yaşamak istiyorum. Oysa ne yapsam acı duyuyorum artık. Hiçbir şeyden tat alamaz oldum. Donup kaldım. Duygularımı yitirdim sanki. 

‘Tadını çıkar yaşamın, vur patlasın çal oynasın yaşa’ diyor, sınırlarımı silip gidiyorum bir yerlere. Fakat eskisi gibi olmuyor. Bir yerlerim sızlıyor hep. Bu sızılar yiyip bitiriyor beni. 

İçim rahat yapmak isterim ne istersem. Hiçbir kaygı duymadan. Kendimi sorgulamadan. Olmuyor. Gözetim altında hissediyorum kendimi. Her yerde senin gözlerin. 

İçimde sana karşı bir öfke var, anlıyor musun? Ondan da rahatsızım elbette. Sen kendini anlatıyorsun, inandıklarını yazıyorsun. Senden yana olan tarafım sürekli seni savunuyor. 

Kendimle savaşıyorum durmaksızın. Yiyip bitiriyorum kendimi. Niye? Kahretsin! İninde oturuyor, habire ahkâm kesiyorsun. Sen ne anlarsın ki yaşamdan! 

Kitaplar arasında uyuşmuş kalmışsın. Ne bar, ne kafe, ne kız arkadaş. İşin gücün düşünmek. Yaşamaya takatin kalmamış ki. Öylece yaşıyorsun buna yaşamak denirse. Duygularını, coşkularını, lezzetlerini yitirmiş, donup kalmış bir insan. Sen busun işte! 

Niyetin beni kendine benzetmek mi? Çık artık yaşamımdan! Beni kendi hâlime bırak! Yeter! Bitti! Seni dünyama almak istemiyorum artık. Tanrını da, öte dünyanı da al ve git. 

Ben bu dünyadayım. Sonuna kadar yaşamak istiyorum onu. ‘Sonra ne olacak?’ diye düşünmek istemiyorum. Beni kemirdin, beni tükettin, beni kendimle savaştırdın. Tamam. Bitti her şey. Git artık! Bu son sözüm sana!

...

Ya, özür dilerim. Uzun zaman geçti aradan, yazmadın. Ne acayip adamsın sen. Hiç savunmadın kendini. Keşke diline geleni söyleseydin, kızıp köpürseydin. Edepsizliğimi, arsızlığımı yüzüme vursaydın. Rahatlayacaktım o zaman. 


Sana Yeni Bir Dünya Gerek


Vakit gece yarısını geçti. Pencerem açık. Uzaklardan hüzün dolu bir şarkı sesi geliyor. İçimde tanımlanamaz bir daralma var. Bir el kalbimi sıkıyor sanki. 

Ruhum kabına sığmıyor bu gece. Oda, ev, şehir, dünya, evren dar geliyor bana. Bir yolculuk etmek, buralardan, kendimden, her şeyden uzaklaşmak, bir yerlere gitmek istiyorum. Nereye, bilmiyorum. 

Hani, odaya bir arı girer de sonra çıkmak ister, açık pencereyi bulamaz, cama çarpar durur ya, işte öyleyim ben de. Sınırlarıma çarpıp duruyorum. Biri bana açık pencereyi gösterse! 

“Ruh beden zindanında tutsaktır” derlerdi, bunun nasıl bir şey olduğunu hissetmeye, sezmeye, anlamaya çalışırdım. Şimdi bunu kendim yaşıyorum, hem de son sınırına kadar. Oda da bir beden, ev de, şehir de, hatta dünya da. İç içe bedenler var ruhumu saran. Yaşamak niçin dayanılmaz bir yük gibi gelir insana, seziyorum. 

Bedenini ardınca sürükleyen bir gölgeyim sanki. Ben kendime rahatsızlık veriyorum. Ağlayamıyorum bile. Bir belirsizlik var hayatımda. Kimim, neyim, nasılım bilmiyorum. Ne istiyorum, onu da bilmiyorum. 

Hafakanlar sarıp sarmaladı ruhumu. Ne yapsam gitmiyor. Yalnızım. Beni dinleyecek, anlayacak kimsem yok. 

Tek pencerem bilgisayar ekranı. Suya zehrini kusan bir yılan gibi ekrana fışkırtıyorum acımı. Niye sanalsın sen! Niye! Neredesin? Neredesin? Neredesin? 

Uzun süredir yoksun. Sesime ses vermiyorsun. Hayatta mısın, neler yapıyorsun, kimlerlesin, beni düşünüyor musun, bilmiyorum. Her gece belki seni bulurum umuduyla oturdum ekranın karşısına. Yoktun! 

Kuşku duymaya başladım. Gerçekten var mıydın? Bazen kendi kendime yazmışım, konuşmuşum gibi geliyor bana. 

Ruh yoldaşım, karanlık gecelerde deniz fenerim, sükutun canıma yetti, duy artık beni! 

Buradayım. Seninleyim. Ben duyamasam da kalbim duyar, çıkar gelirim. Geldim işte. 

Özel zamanlar yaşıyorsun. Ruhundaki dalgalanmalar bundan. Her günün, her saatin ayrı bir âlem. 


Sonsuz Hayat Seni Bekliyor


Bana yazardın, okurdum. İçimde konuşur gibiydin. Kalbimle işitirdim. Ruhum yatışırdı. Bir ayna gibi beni bana gösterdin. Kendimi tanımama yardımcı oldun. Bıraktın. Unuttun. Yoksun. Gecelerim boş. Yalnızım. 

Seni bir arkadaşım tavsiye etmişti. Uzun zamandır görüşmüyorduk onunla. Bir kafede buluşmuştuk. Eskiden, buhranlarım hafifken, henüz ilerlemeden önce. Durumumu biliyordu. 

Bir ara seni anlattı bana. “Mektup yazabilirsin, yadırgamaz” falan dedi. Israr etti yazayım diye. Günlerce tereddüt ettim. Bazı yazılarını gördüm, okudum. Hoşuma gitti. Sonunda sana yazmaya karar verdim. 

Yazma kararımda rüyamın da önemli etkisi oldu. Ben rüyalarımı pek hatırlamam aslında. Fakat bu kez hatırladım işte. Kimseye anlatmadım. Sana anlatabilirim. 

Dümdüz bir ovadaydım. Yürüyordum. Ovanın sınırları görünmüyordu. Hava bulutluydu. Etrafı yoğun bir sis kaplamıştı. Etrafıma baka baka, yavaş yavaş ilerliyordum. İleride silik bir karaltı gördüm. 

Bir insan olabilirdi. Beni yalnızlığımdan kurtarabilirdi. Yanına gittim. Yaşı kırka yakın biriyle karşılaştım. Oturuyordu. Sırtını mermer bir mezar taşına dayamıştı. Baktım, taşın arka yüzünde ismim yazılı. 

Ben ne zaman ölmüştüm? Nasıl? Mezar taşıma yaslanan bilirdi belki. Dikkatle tekrar ona baktım. 

Hayret! Yirmi yıl sonraki kendime bakıyordum. Yüzü donuktu. Gözleri acılıydı. Benim o oluşuma ya da onun ben oluşuna inanamıyordum. 

“Kimsin?” diye sordum. Bir yankı gibi “Kimsin?” diye karşılık verdi. Sonra kendi kendine konuşmaya başladı. Mırıl mırıl bir şeyler söylüyordu. 

Ne diyor diye merak ettim. Dilinde bir söz vardı. Sürekli onu tekrar ediyordu. “Rabbim beni bana bırakma! Rabbim beni bana bırakma!” diyordu. 

İşitebilmek için iyice yaklaşmıştım. Birdenbire yüzüme şiddetli bir tokat vurdu. Uyandım. 

Dilime dolandı, ben de aynı sözü söyler oldum. Niyet etmeden. Farkında olmadan. Rüyamı kimselere anlatmadım. Fakat yazmak istedim. Unutmamak için. 

Not defterimi aldım elime. Baktım, adresin var. Hani arkadaşım ısrar etmişti ya. Bari sana yazayım dedim. 

Kafam karışık, hem de çok. Tokadı hatırlıyorum. Yüzümde acısı var hâlâ. Belki de ben öyle sanıyorum. Psikolojik bir etki olabilir.  İnanıyor muyum? Kuşkulu. Yolum engellerle dolu. Beynimde sesler var. Uyuyamaz oldum. 

Senden ne bekliyorum? Emin değilim. Belki beni tanımanı. Belki dinlemeni. Belki de anlamanı. Sorularım olabilir. Bilgi isteyebilirim. Bilgi yetmeyebilir. Belki bir tutam ruh verirsin ruhundan. 

Hani “Rabbim!” diyorum ya, işiten biri var mı? Kim beni bana bırakmayacak? Hayatı biten nereye gider? “Nere” diye bir yer var mı? Yoksa o da mı kurgu? 

“Rabbim!” dedim ya, feryadımı duyan varsa ilgisiz kalmayabilir. Seni benim için bir kalem yapabilir. Kim bilir! İşte hâlim! Daha fazla söze gerek var mı? Bırakma beni, tut ellerimi!

Hiç kuşkun olmasın, cismimle olamasam da ruhumla, kalbimle, sevgimle yanındayım. Sen istediğin sürece hep yanında olacağım!



Seni Seven Biri Var


Sanal bir ortamda karşılaşmak, tanışmak. Garip ama güzel. Yazını okudum, düşündürdü beni. İçimde bir yerlere dokundu sözlerin. 

Kimim ben, tanımıyorsun. Ben kendimi tanıyor muyum sanki. Zamanla tanırsın elbette. Ben şuyum, ben buyum demek yakışıksız olur. Kişi kendine tarafsız gözle bakamıyor. Denedim ben, olmuyor. 

Kendimi tanımlamak da ayrı sorun. Bir insanım işte. Okul, sınavlar, arkadaşlar. Sürüklenip gidiyorum. Bir söylence var ya hani, bengisu arıyor bir adam, ölümsüz olmak için. Ona yakın hissettim kendimi. Ben de bengisu arıyorum. Ölümsüz olmak için mi? Hayır! Ölümü özlüyorum bazen. Soruyorum, sorguluyorum. 

Sürekli kitap okurum, hem de küçük yaşımdan beri. Okuma merakım ortaokul yıllarında daha da arttı. Bir kaza geçirmiştim, aylarca yatakta kaldım. Sürüyle kitap okudum o zaman. Kitabın, okumanın, edebiyatın tadını aldım. İyi de oldu. 

Hayır, bir bakıma kötü oldu! Sorgulamalarımın bir nedeni de okumalarım çünkü. Ne güzel yaşayıp gidecektim ben de, herkes gibi. Varsa yoksa felsefe. Bir de edebiyat. Delice bir okuma benimkisi. 

İnanmakla ilgili konulara da ilgi duymaya başladım son zamanlarda. İnanıyor muyum, bilmiyorum. Bazen inanır gibi oluyorum. Genellikle iki arada bir deredeyim. Yadsımıyorum belki ama tam olarak inanamıyorum da. Böylesi daha mı zor, ne dersin? 

Büyük bir boşluk beliriyor içimde. Her şey anlamını yitiriyor birden. Seninle tartışalım. Katlanabilir misin bana? Bir insanın ruhu ruhuma yakınsa, sorun yok. Dünyanın öbür ucundaki biriyle de uyuşabilirim ben. Bir uyuşum yoksa yanı başındaki kişiye bile yabancılaşıyor insan. 

Yabancılaşma. Evet, beni iyi tanımlıyor bu terim. Kalabalıklarda yalnızım. En zor yalnızlık bu olmalı. Sence de böyle değil mi?

Yaz bana, lütfen! Kısa olsun ama olsun yeter ki. Zaten uzun söze tahammülüm yok. Sözün azını, konunun özünü arıyorum artık. Yazının kısası güzel, anlamlı olursa. Dili yalın olsun. Anlayabileyim… 

Bir de utanmadan sınırlar çiziyorum sana! Ne ayıp! Ama başka türlü iletişim kuramayız ki. Hoş gör. 

Tamam, ne zaman istersen yaz bana. Samimi bir dille anlat kendini. Mutlaka okurum. Yanımdaymışsın gibi dinlerim seni. Yazarsan, anlatırsan, sorarsan ben de bildiklerimi, düşündüklerimi, bulduklarımı paylaşırım seninle. 

Elimde sihirli değnek yok, farkındayım. İnsanlara şunu yap, bunu yapma demeyi sevmem. Konuşmak isteyeni dinlerim, birlikte düşünürüm, böylece sorunu kendisinin çözmesine zemin hazırlarım. 

Ben senin gibi düşünmeyebilirim, sen de benim gibi düşünmeyebilirsin, fakat birlikte düşünebiliriz. Söyleyeceklerim sende nasıl bir etki uyandırır, bilmiyorum. 

Seni anlıyorum, kendinle ilgili somut bilgiler vermek istemiyorsun, tamam. Fakat duygularını, düşüncelerini, arayışlarını bilmeliyim. Yazıların seni tanımama, anlamama yardımcı olmalı. 

Sana daima açık bir kucak olarak bulacaksın beni. Ruhun ağlamak istediğinde başını koyacağın bir omuz olacağım. 



Sonra Bir Gün O Geldi


Tatil için memleketime gitmiş, biraz uzun kalmıştım. Eve döner dönmez Samimi Sami'yi aradım, geldiğimi haber verdim. Sevindi. 

"Bu akşam kimselere söz verme abi, birlikte yemek yiyeceğiz. Enis, Sena, Büşra falan da seni görmek isterler. ‘Feyyaz Emin ne zaman gelecek?’ diye sorup duruyorlardı. Haber veririm, gelirler" dedi.

"Tamam kardeşim. Bazı işlerim var, onları hallettikten sonra gelirim" dedim.

Yemekte buluştuk. Herkes tatil esnasında yaşadıklarından söz etti. Sami çay demlemişti, bardaklarımızı doldurdu.

"Nereden aklına esti bu yemek işi Sami?" diye sordum.

"Epey zamandır uzaktaydın abi. Millet gittikten sonra bir yemek yiyelim de muhabbet faslını açalım diye düşündüm. İşlerine mani olduysam kusuruma bakma."

"Yok kardeşim, ne kusuru. Zahmet etmişsin. Yemeksiz de gelirdim. Söylemen yeter" dedim.

"Epey zamandır sohbet edemedik. Sorularımız birikti. Bu gece enine boyuna konuşalım eğer uygun görürsen."

"Elbette kardeşim, ne istersen sor. Biliyorsam cevap veririm, bilmiyorsam araştırırım, birlikte öğreniriz."

"Eksik olma abi. Dün gece yaşadıklarımı kısaca anlatayım da ondan sonra sorayım sorumu."

"Neler oldu?"

"Birdenbire elektrikler kesildi, odam zifiri karanlık oldu. Evde mum da yokmuş. Karanlıkta saatlerce oturdum. Bir ara odada benden başka birileri de varmış gibi geldi bana. Kim olabilirdi ki? ‘Üç harfliler’ geldi aklıma. Bir korku sardı içimi. Ben kolay korkan biri değilim aslında. 

Bu ruh haliyle seni düşündüm. Melekler, cinler ve şeytanlar hakkında sorular sormaya karar verdim. Bu tür sorular çocukluktan beri zihnimin bir köşesinde duruyordu aslında. Fırsat bulup da kimselere soramamıştım. 

Evvela melekleri konuşalım… Ne tür melekler var, özellikleri neler, hangi işleri yaparlar, bizimle ilişkileri nasıldır? İnsanlarla yakından ilgilenen meleklerden söz ediliyor, hangileridir bunlar, özellikleri nelerdir?" 

"Peki kardeşim, konuşalım. Evvela temel niteliklerinden söz edeyim, sonra ayrıntılarına bakarız.

Melekler, nurdan yaratılmış masum kullardır. Kötülük yapmaya yetenekleri yoktur. İmtihana tabi tutulmadıkları için makamları sabittir. Yani konumlarında ne alçalma var ne de yükselme. 

Kâinattaki işler melekler vasıtasıyla yapılır. Her varlık için bir vekil melek tayin edilmiştir. Bunlara ‘müvekkel melekler’ denir. Eski zamanlarda yaşamış meşhur bir hattat 'Her harfi bir melek bekler' dermiş."

"Ne kadar güzel!"

"Evet, bir hakikati dile getiriyor bu söz."

...



Her Şey Anını Bekler



Kafeye epey erken gitmiştim. Sami yoktu. Sena henüz gelmemişti. Enis, her zamanki yerinde oturuyor, defterine bir şeyler yazıyordu. 

"Merhaba kardeşim" dedim.

"Merhaba abi. Hoş geldin. Buyur otur" dedi.

Karşısına oturdum. 

"Sami ortalarda görünmüyor. Hasta falan değildir inşallah."

"Yok, iyidir abi. Sabah gelmişti, alışveriş için çıktı. Birazdan gelir."

Bir süre ikimiz de sustuk. Merak ettiğim bir meseleyi sormanın tam sırası diye düşündüm. 

"Kardeşim, bu kafenin açılışında önemli katkın olmuş. Sami bir ara söz etmişti. Tebrik ederim" dedim.

Bir süre önündeki deftere bakarak sustuktan sonra "Sami'nin benim için yaptıklarının yanında bunun hiç önemi yok abi" dedi.

"Ne yaptı ki? Bir sakıncası yoksa anlat kardeşim, dinlemek isterim."

"Peki, kısaca anlatayım… Ben çelimsiz bir çocuktum. Kibar ortamlarda büyümüştüm. Babam yurt dışına gitmişti. Biz kalmıştık annemle baş başa. Hanım evladı gibi yetiştirildim. Kendimi savunmayı, icabında kavga etmeyi bilmiyordum. 

Liseye başlamıştım. Sınıfta kaba saba çocuklar vardı. Başlarını 'Bodo' lakaplı biri çekiyordu. Bir tür çete kurmuştu okulda. İnsafsız, vicdansız ve zalim biriydi. Yanındakilerin de ondan kalır yanı yoktu. 

Etmedikleri eza kalmadı bana. Zorla paramı alıyorlardı. Bazen baskı yapıyor, evden daha fazla para istemem için zorluyorlardı. Annemden daha çok para almak için yalanlar uyduruyordum. 

Birinci dönemin sonuna kadar sürdü ıstıraplı okul hayatım. Bana yaptıklarını hiç kimseye söyleyemedim. Tehdit ediyorlardı. Korkuyordum."

"Sonra ne oldu?"

"Yarıyıl tatili başladı. Tatil bitsin istemiyordum. Fakat bitecekti ve ben acılı hayatıma dönecektim. Nitekim öyle oldu, okul açıldı. İkinci dönem başladı. 

Sınıf aynı sınıftı. Fakat bir farkı vardı. Yeni biri gelmişti. Başka liseden nakil. Bir ateş parçasıydı adeta. Kısa sürede durumumu gördü, çektiğim eziyeti anladı. 

Hiçbir mecburiyeti olmamasına rağmen beni savunmaya başladı. Bunun için her şeyi göze aldı. Beni herkese karşı korudu, kolladı, icabında kıyasıya kavga etti. 

Bir gün çetenin beş üyesi onu sınıfta sıkıştırdılar. Bodo da başlarındaydı. 

Onları tepeden tırnağa süzdükten sonra 'Siz beş kişisiniz, ben bir kişiyim. Kavga edersek ben bir vururum, siz beş vurursunuz. Fakat şunu unutmayın. Evlerinizi, yollarınızı biliyorum. Sizi tek tek yakalarım. Hayal bile edemeyeceğiniz şeyler yaparım. Bunu düşünün de ona göre karar verin' dedi. 

İnanır mısın abi, birbirlerine baktıktan sonra çekip gittiler. 

Sözün kısası, beni hor gören, ezen, eziyet edenler uzak durmaya başladılar. Hakikaten kahraman ruhlu, fedakar bir insan evladıydı. Lise bitene dek dostum, kardeşim, muhafızım oldu. Üstelik benden hiçbir talebi de olmadı bunları yaparken. Sanırım anlamışsındır kim olduğunu. Sen ona Samimi Sami diyorsun."

Enis’in gözleri yaşardı yaşadıklarını anlatırken. Meseleyi anlamıştım. Sami, gözümde daha da değer kazanmıştı. Muhabbetimi artıran bir vesile oldu dinlediklerim.

İnanıyorum Öyleyse Varım



'Samimi Sami' diyorum ona. Safidir, samimidir, dobradır, içi dışı birdir. Kafe işletir. ‘Sami Kafe’ koymuş adını. Küçük, şirin bir kafe. Evime yakın. Uygun zamanlarımda gidiyorum. Daha ziyade akşamdan sonra. Gündüze oranla daha sakin oluyor.

Yine kafedeydim. Sessizce kahvemi yudumluyordum. Benden başka müşteri kalmamıştı. Sami geldi, karşıma oturdu. “Son günlerde bir acayiplik var sende abi, dalıp dalıp gidiyorsun" dedi. 

“He gardaş... Hayatımın tadı tuzu kalmadı da ondan" dedim. 

“Nasıl yani?" 

“Kilo almayayım diye şekeri bıraktım. Tansiyonum yüzünden doktor da tuzu yasakladı. Senin anlayacağın, hayatımın tadı da gitti, tuzu da" dedim. 

Sustu. Düşündü. Sonra da, gayet ciddi bir sesle “Üzülme abi" dedi, "tadı gitmiş, tuzu gitmiş amma hayatın yerinde duruyor, şükret." 

Meraklıdır Sami. Özgün bir zekası vardır. Ekser insanların dikkatini çekmeyen noktaları görür ve söyler. Kafenin sakin olduğu zamanlarda bana sorular sorar, açıklama ister. Bildiklerimi paylaşırım. 

Benden iki yaş küçüktür. Bana abi diye hitap eder. Bir gün "Ya Sami, bana abi demene gerek yok, hepi topu iki yaş var aramızda, Emin diyebilirsin" dedim. 

"Sana abi deyişimin yaşla ilgisi yok abi. Derya gibisin maşallah. İlmine hürmeten öyle diyorum. Bir de, dilime kolay geliyor, alışmışım" dedi. 

"Estağfurullah! Ben, kendi yaralarına deva arayan, bulduklarını paylaşan sıradan bir insanım” dedim ve meseleyi daha fazla uzatmak istemedim. Fakat Sami başka bir şey daha söyledi. 

"Sen bana Samimi Sami diyorsun ya…"

"Evet."

"Ben de sana Feyyaz Emin diyorum. Sen yokken, senden söz ederken yani."

"Bu da nereden çıktı?"

"Seninle ne zaman konuşsam feyiz alıyorum abi. Feyyaz da çok feyizli demekmiş, işte o yüzden."

Güldüm. "Tamam Sami, ne desen kabulüm" dedim.

"Teşekkür ederim abi. Kahveyi unuttun. Buz gibi olmuştur. Dur sana bir fincan taze kahve getireyim."  

“İyi olur” dedim.

Gitti ve elinde bir fincan taze kahveyle geldi.

“Sami” dedim, “müşteriler gitti, ortam sakin. Hep sen soruyorsun, ben de bir şeyler anlatıyorum. Bu kez de ben sorayım, sen anlat.” 

“Buyur abi.”

“Ne zamandır işletiyorsun bu kafeyi?”

“İki senedir. Liseyi bitirdikten sonra açmıştım.”

“Üniversiteye niye gitmedin? Sınavı mı kazanamadın?”

“Sınava girmedim ki.”

“Neden?”

Yüzünde bir hüzün belirdi. Bir süre yere bakarak sustuktan sonra “Üniversite sınavından kısa süre önce babam öldü. Kaldık biz annem ve kız kardeşimle ortada.”

“Allah rahmet eylesin kardeşim! Üzüldüm. Ne iş yapardı baban?”

“İnşaat ustasıydı. Onun kazancıyla geçinip gidiyorduk. Elimizdeki para kısa sürede bitti. Başkaca gelirimiz de yoktu. Ev dersen, kira. Kız kardeşim küçüktü. Annemin çalışmasını uygun bulmadım. Yani iş başa düştü.”

“Peki, işlerin nasıl gidiyor? Memnun musun?”

“Hamdolsun rızkımızı kazanıyoruz. Ele güne muhtaç değiliz. Üniversiteyi okuyamadım diye çok da takmıyorum açıkçası. Etraf diplomalı işsiz dolu zaten.”

“Evet, gerçekten öyle. Fakat meraklı bir insansın. Kendini geliştirebilirsin. İlim ille de okulda öğrenilmiyor.”

“Aynen! Fırsat buldukça kitap okuyorum. Sen de büyük nimet oldun benim için. İnşallah bıkmazsın sorularımdan.”

“Yok, bıkmam.”

“Sen neler yapıyorsun abi, yani burada olmadığın zamanlarda? Seninle ilgili bilgim o kadar az ki. Üniversitedesin. Mastır falan yapıyorsun sanırım. Buraya başka memleketten gelmişsin. Hakkında bildiklerim bundan ibaret. Kendini sır gibi saklıyorsun."

"Seninle tanışmamızın üzerinden fazla zaman geçmedi kardeşim. İleride, yeri geldikçe kendimden de söz ederim elbet."

Bir süre sustu, düşündü, sonra da "Seni sorularımla bunaltıyorsam söyle. Merak işte, aklıma geleni soruyorum. Gündüzleri buraya türlü türlü insanlar geliyor. Bazen aralarında tartışıyorlar. İnternete giriyorum arada bir. Sosyal medya allame dolu maşallah. Kafam karışıyor. Sana soruyorum bu yüzden. Konuyu gayet güzel anlatıyorsun. Sade bir dille. Tam bana göre."

"Hiç çekinme kardeşim, her soruyu sorabilirsin. Biliyorsam, cevap veririm. Bilmiyorsam araştırırım, bulduklarımı sana da söylerim. Yeni bilgiler edinmeyi, bilgimi paylaşmayı seviyorum. Senin meraklı olman da hoşuma gidiyor."

"Madem her soruyu sorma izni aldım, bir şey daha sorayım o zaman. Bunca ilmi nasıl elde ettin abi? Mektep bilgilerine pek benzemiyor."

"Ben okuma delisiyim kardeşim. Ergenlik yıllarında başlayan okuma merakım artarak devam etti. Senin gibi benim de bir sürü soru vardı kafamda. Bunların cevabını kitaplarda buldum. İlmin sonu yok. Hâlâ da okuyor, düşünüyorum."

"Şimdi daha iyi anladım abi. Bence iyi yapmışsın. Her insanın ihtiyacı olan mevzular hakkında güzel bilgilerin, fikirlerin var."

...