Ömer Sevinçgül


Yazar olmaya on beş yaşında karar verdi. Lise ve üniversite yıllarında yazmaya devam etti. Evvela özel bir kurumda editör. Sonra kamuda yüksek mühendis. 

Dokuz senenin ardından istifa ve yeni bir aşama. Kültür, sanat, yayın temalı kurumlar kurdu ve yönetti. Moral Kültür Merkezi, Radyo Aktif, Adı Yok Dergisi, Taksim Ofisi, Carpe Diem Kitap.

Medyada sanat ve felsefe sohbetleri. Yurt içinde ve dışında seminerler. Gençlik projelerinde danışmanlık. 
İmza günleri, okul etkinlikleri birbirini izledi. Yapıp ettiklerinin özünde daima ‘yazarlık tutkusu’ vardı. 

Roman ve novella türlerinde yirmi sekiz kitap yazdı. Eserleri on iki dile çevrildi. 'Kalbiyle yazan kalbe yazar' diyor ve ‘taze ruhlara’ yazıyor. 

 
Türkçe Kitapları
İngilizceye çevrilip yayınlanan kitapları


Arnavutça, Boşnakça, Özbekçe, Kazakça ve Soraniceye 
tercüme edilip yayınlanan kitapları

'Kültür Bakanlığı'mız 
başka dillere çevrilip yayınlanan kitaplarımız için 
tercüme desteği verdi.


MERVİN - Beni Ararsan Bulursun


İsmim, Mervin... Annem vermiş bana bu adı. Bir İngiltere gezisi sırasında Mervin isimli güzel bir çocuk görmüş. “Henrik, bir oğlum daha olursa ismini ben vermek istiyorum” demiş babama. 

“Peki, Emma” demiş babam. Büyük kardeşime Herman adını veren babammış çünkü. 

Bu kısa diyalogdan iki yıl sonra ben gelmişim dünyaya. Hastane odasında yatıyormuş annem. Bana sımsıcak sarılmış “Mervin, hoş geldin yavrum” diyerek.  

Şiir okur gibi, şarkı söyler gibi telaffuz ederdi adımı. Güzel sesi hâlâ kulaklarımdadır. Mervin derken heceleri her defasında başka türlü uzatır, şirin melodiler oluştururdu. Sevinir, güler, sımsıkı sarılırdım anneme. Beni dizine oturtur, yüzümün her noktasını sırasıyla öperdi.  

Bitmek bilmeyen sevgisiyle hep yanımızdaydı annem. Bin bir özenle büyütüyordu kardeşimi ve beni. Bir kış günü birdenbire yok oldu. Buhar olup uçtu sanki. Sihirli bir biçimde... Hiçbir iz bırakmadan... 

Babamı her akşam sabırsızlıkla bekliyor, kapıdan girer girmez annemi soruyordum. 

“Bugün de gelmedi... Ne zaman gelecek?”

Babam hep aynı cevabı veriyordu.

“Mervin, sabırlı olmalısın, annen gelecek.”

Dakikaları, saatleri, günleri sayıyor, her an biraz daha artan özlemimle hep bekliyordum. Gelmiyordu... Her gece ağlayarak uyuyordum. 

Rüyalarım annemle doluydu. Uçsuz bucaksız bir buğday tarlasında görüyordum onu. Sarılmak için var gücümle koşuyor ama bir türlü erişemiyordum. Tam yaklaşacakken birden kayboluyordu. Ve ben uyanınca tekrar ağlıyordum. 

Bir pazar günüydü. Tatil günü olması sebebiyle babam evdeydi. 

“Mervin, odama gelir misin” dedi. 

Önemli bir haber vereceği zaman hep böyle yapardı. Gittim. Pencerenin yanındaki koltukta oturuyordu. Ben de bir sandalyeye iliştim. Merakla beklemeye başladım. Bir süre pencereden gökyüzünü seyretti. 

“Biliyor musun Mervin” dedi, “senin zekâ yaşın biyolojik yaşından daha ileri.”

Ne demekti bu şimdi? 

“Nasıl?”

“Yani yaşıtlarından daha zekisin.”

Bunu söylemek için çağırmış olamaz beni. Susuyor. Söyleyemiyor. Haber kötü olmalı. Yine pencereden bakıyor. Ne var acaba diye ben de baktım. 

Elbe Nehri’nde sırasını bekleyen gemilerin direkleri görünüyor uzaktan. Tedirgin oldum. Annemsiz geçen günlerimde bu manzaraya ne zaman baksam derin bir acı çökerdi içime. 

“Bunu mu söyleyecektin?” dedim.

“Hayır... Biliyorum, anneni çok özlüyorsun” dedi.

“Evet, hem de çok.”

“Sana söylemenin zamanı geldi artık. Üzgünüm, annen asla gelmeyecek.”

“Neden?”

“Hastalanmıştı. Hastaneye götürdüm, orada öldü. Sana hemen söyleyemedim.”

Ölüm... İşitirdim ama bilmezdim, benden uzakta bir yerlerdeydi. Başkaları ölürdü, ölebilirdi ama annem...  

Babam başka şeyler de anlatıyordu. Sesini duyuyor ama söylediklerini anlayamıyordum. 

Dudaklarım büzüldü. Çenem titremeye başladı. Daha fazla tutamadım kendimi. Gözlerimden süzülen yaşları görünce beni teselli etmek istedi.

“Üzülme... Ben varım, Herman var, yalnız değilsin. Seni seviyoruz” dedi.

“Herman biliyor muydu?”

“Evet... Senden büyük, bunu anlamalısın. Tembih etmiştim, kardeşin şimdilik bilmesin demiştim. Sana söylemedi diye kızma ona.”

“Kızmam” dedim burnumu çekerek.

Gözlerimi ellerimle kuruladım. Annemin odasına gittim sanki oradaymış da beni teselli edecekmiş gibi. Büyük bir boşluk vardı odada asla dolmayacak. Yatak öylece duruyordu, her zamanki gibi. Bu yatakta babam da yatmıyordu artık. 

Üstüne annemin ismi işlenmiş bir yastık vardı. Aradım, buldum onu. Alıp odama götürdüm. Kapıyı kapatıp yattım, yorganı başımın üstüne çektim. Annem kokulu yastığa sarılarak doyasıya ağladım." 


Not: Bu kitabımız İngilizce, Almanca, Arapça ve Özbekçe dillerine çevrilip yayınlandı.



MERVİN - Esaretten Kurtuluş


Amerikan askerlerinin esiriydim artık. Kendi kendime “Keşke ölmüş olsaydım!” diye hayıflanıyordum. Hem ruhen hem de bedenen tükenmiş bir hâldeydim. Beni büyük bir meydana götürdüler. Bütün esirleri oraya topluyorlardı. Öbür esirlerin yanına yaklaştım. Yüzlerinde son üç günde şiddetlenen çetin çarpışmanın izlerini görmek mümkündü. 

Etrafıma bakındım tanıdık birini görebilir miyim diye. Başı sarılı bir subay adayına yaklaştım. Kampa getirilirken yarası yeniden kanamış, sargıyı kıpkırmızı etmişti. Yüzü solgundu. 

“Sağ kanattaydın sanırım” dedim.

“Evet.”

“Kaybınız çok mu?”

“Doksan yedi kişi öldü. Biri aklını oynattı. On sekiz yaralı var. Kurtulacaklarını sanmıyorum. Kurtulsalar bile bir ömür sakat kalacaklar.”

Birazdan Silvester geldi yanıma. “Hepimiz bu kadar mıyız?” dedi.

“Evet, seninle birlikte altı kişi olduk.”

“Sanırım herkes yaralı.”  

“Bende bir şey yok” diye cevap verdi sınıf arkadaşımız Otto. Yüzündeki ufak tefek çizikleri yaradan saymıyordu.

İçimizde dehşetli bir öfke ateşi yanıyordu. Belli bir hedefi yoktu bu öfkenin. Sövüp sayarak kendimizi teskin etmeye çalışıyorduk. Silvester nispeten daha sakindi. 

“Kendinizi kışkırtıp da acınızı artırmayın” dedi.

“Ne yapalım öyleyse, susup oturalım mı yani?” dedim.

“Mervin, mantıklı ol biraz. Elimizden hiçbir şey gelmez şu anda.”

“Ölelim daha iyi!” dedi Otto.

“Hayır Otto, ne yapıp edip yaşamalıyız. Şu anda en büyük işimiz hayatta kalmak olmalı. Bazı anlar vardır, yaşamak ölmekten daha büyük cesaret ister. İşte o zamanlardan birini yaşıyoruz. Sakın bir aptallık yapmayın!”

Hepimiz sustuk. Sonuç ayan beyan görünüyordu artık, ordumuz savaşı kaybediyordu. Fakat yine de belli belirsiz bir umut vardı içimde. Nedensiz bekliyordum. Tek yanlı düşünmeye alıştırılmıştım çünkü. "Soylu ırkımızın sonu bu olamaz" diyordum. Bir mucize olacak, sonunda biz kazanacaktık. Peki, nasıl olacaktı bu? İşte bunu bilemiyordum.

Esirler arasında ihtiyat taburundan askerler de vardı. Babamız yaşında insanlardı bunlar. Amerikan askerleri karşısında iyi direnemedikleri için onlara kızıyor, her fırsatta hakaret ediyorduk. Korkak, pısırık, sünepe diyor, sözün kısası, dilimize geleni söylüyorduk.  

Bir gün yine hakaret ediyorduk. İçlerinden biri gruptan ayrıldı, yanımıza geldi. Hepimize birden hitap ederek “Sizi rahatlatacaksa bize hakaret etmeyi sürdürün, ziyanı yok. Fakat haksızlık ediyorsunuz” dedi.

“Niyeymiş o?” diye sordu Otto.

“Bizler yaşlı insanlarız. Sizin gibi uzun süre talim de görmedik. Yurdumuzu en az sizin kadar biz de seviyoruz. Tanrı şahit, elimizden geleni yaptık. Fakat düşman askerleri gerek sayıca, gerekse donanım bakımından bizden çok üstündüler. Kahramanca çarpışsak bile yenilgi kaçınılmaz olacaktı. Sakin bir kafayla düşünürseniz bizi anlayacak, eziyetten vazgeçeceksiniz. Esaret günleri bizi zaten yeteri kadar üzüyor, bir de siz üzmeyin lütfen.”

Bu adamın konuşma tarzı babamı andırıyordu. Kalbim yumuşadı. İhtiyarlara acıdım, içim burkuldu. Subay adayı arkadaşlara “Yenilgiyi hazmedemiyoruz. Sinirliyiz. Duygusal davranıyor, hıncımızı bu biçarelerden alıyoruz. Bundan sonra hakaret etmeyelim” dedim. Fikrim kabul gördü. Bir daha asla hakaret etmedik. Mesele kapandı. Fakat onlara yaptıklarımızı hiçbir zaman unutamadım ve her hatırlayışımda utandım.  


Not: Bu kitabımız İngilizce, Almanca, Arapça ve Özbekçe dillerine çevrilip yayınlandı.


Sakın Arkana Bakma!


Lisede yatılı öğrenciydim. Hep birbirine benzeyen günlerim ya okulda ya da okulun yanı başındaki yurtta geçiyordu. Her gün belli bir saatte etüdümüz vardı. Beş kırk beşte başlar, bir saat sürerdi. Yatılı öğrencilerin katılması zorunluydu. Bu özel saatte dersimize çalışır veya çalışır gibi yapardık. Başımızda mutlaka bir öğretmen bulunur, bizi denetlerdi. Bunlar genellikle yurdun çatı katında kalan bekar öğretmenler olurdu. 

Yine etüt sınıfındaydık. Cuma günüydü. Dışarıda dondurucu bir hava vardı. Derin bir uğultuyla esen şiddetli rüzgar sınıfın pencerelerini sarsıyordu. Nöbetçi öğretmen Kaya Bey, masasında gazete okuyor, arada bir başını kaldırıp bize bakıyordu. Bir süre sonra gazetesini katlayıp masaya koydu. Yerinden kalkıp sınıfta dolaşmaya başladı. Sıraların arasından geçerken arada bir yavaşlıyor, kimin ne yaptığını görmek üzere göz ucuyla bakıyordu. Yanıma gelince durdu. Sigara kokusu yayan nefesini ensemde hissediyordum. 

“Nasıl gidiyor, Kerem?” diye fısıldadı.

“İyidir hocam” dedim aynı ses tonuyla.

“Yazın çok güzel.”

“Özendim de ondan.”

“Sen özenmeden de yazarsın. Şu becerikli eller sende olduktan sonra. Fakat…” Sustu. Sözünü bitirmedi. Soran gözlerle bakıyordum. Beğenilmek hoşuma gitmişti. 'Fakat'tan sonrasını beklerken kaygılıydım. Hiç de iyi şeyler söylemeyecekti sanırım. Nitekim öyle oldu. 

Hayıflanan bir sesle “Fakat neye yarar” dedi. Yine fısıldıyordu bunu söylerken. Yüzü bana yakındı.

Şaşırdım. “Neden öyle söylediniz anlayamadım hocam” dedim.

Sebebini açıklamak yerine “Zamanla anlarsın” deyip yürüdü. 'Zamanla' neyi anlayacaktım? Farkına varmadan bir kabahat mi işlemiştim? Düşündüm, uygun bir cevap bulamadım.

Etüt saati doldu. Kitaplarımı, defterlerimi topladım, kalemimi cebime koydum. Yatakhaneye gitmek üzere sınıfı terk ederken hoca seslendi.

“Kerem!”

“Efendim!”

“Sen bekle biraz!”

Yerime oturdum. Bu arada kendisi henüz çıkmamış olan öbür öğrencilerle konuştu. Sonra çantasından çıkardığı bir deftere bir şeyler yazdı. İşini bitirince masasını topladı. Kürsüden indi, yanıma geldi, elini omzuma koydu. Tatlı bir sesle “Yarın önemli bir işin var mı?” diye sordu.

“Yok.”

“Güzel… Kahvaltıdan sonra odama gel. Seninle konuşacaklarım var.”

“Peki efendim.”

"Tamam, şimdi gidebilirsin."

Sınıftan çıktım. Koridor sessizdi. Yetersiz ışıklar yüzünden ortam alacakaranlıktı. Bir hademe paspasla yerleri temizliyordu. Bir süre onu seyrederek oyalandıktan sonra merdivenden ağır ağır indim, yatakhaneye doğru yürüdüm. 

Yatakhanedeki arkadaşlar akşam yemeği için yemekhaneye gitmişlerdi. Zeki, onlarla gitmemiş, beni beklemişti. En yakın arkadaşımdı. Hemen her yere birlikte giderdik. “Nerede kaldın yahu, merak ettim” dedi. 

Sıska, kısa boylu, geniş alınlı, akıllı, çalışkan bir çocuktu. Birbirimizi sever ve kollardık. Birinci sınıftan beri bu lisedeydi. Ben üç ay önce naklen gönderilmiştim. Okulumuzun eskimiş ve yıpranmış binasını onarmak üzere öğrencileri başka yatılı okullara dağıttıklarında benim kısmetime bu lise düşmüştü.

Memleketimden, evimden, alıştığım çevremden uzak kalmanın yanına bir de yeni okula alışma sorunum eklenmişti. Kendimi daha bir gurbette hissediyordum. İşte böyle bir zamanda bana dostluk eli uzatmış, sahip çıkmıştı Zeki. Yeni hayatıma alışmamda önemli katkısı vardı. Ufak bir gecikme bile onu kaygılandırmaya yetmişti.Sorusuna “Biraz Kaya Hoca tuttu, biraz da koridorda oyalandım” diye cevap verdim.

“Derdi neymiş?”

"Konuşmak istiyormuş. Odasına gelmemi söyledi. Yarın sabah gideceğim." 

"Tuhaf… Sebebini söylemedi mi?”

“Söylemedi. Bilmiyorum. İyi davrandı bana. Konuşacakları varmış.” 

Zeki önce güldü, sonra birden ciddileşti. “Bana bak Kerem! Sen benim en samimi arkadaşımsın. Başına kötü şeyler gelsin istemem. Bu adamdan uzak dursan iyi edersin!”

“Niye?”

“Yenisin burada, herkesi tanımıyor, kimin ne olduğunu bilmiyorsun. Ben bu adamı tanırım. Seni gözüne kestirdi anlaşılan. Hiç iyi olmamış.”

“Bulmaca gibi konuşma. Ne demek istiyorsun yani? Dedim ya, iyi davrandı bana.”

“Hep öyle yapar. Kibarca yaklaşır. Ürkütmeden. Senden iyisini mi bulacak. Kafan çalışıyor. Üstelik güçlü kuvvetlisin. Eh, daha ne olsun ki?”

“Saçmalama da açık konuş!”

“Sen sözümü dinle yeter. Daha açık konuşamam. Her yerde casusları var adamın.”

“Ya ne diyorsun sen kardeşim? Ne casusu? Neden?” diye hayretle sordum.

Soruma cevap vermek yerine “Hadi gidelim, yemek bizi bekliyor. Herkes indi, bir biz kaldık” dedi.

...

Kahraman ruhlu liseli bir gencin serüvenlerle dolu hayat hikâyesi... Gizli dosyalar, istihbarat oyunları, vatanı uğruna can veren isimsiz kahramanlar... Bir solukta okunacak ama etkisi ömür boyu sürecek bir roman...